sam lidıl sıtaf
Heyoooooo!..
Se’ye…
Nabersiniz?
Çok, feci, pis, acayip paslanmışım. Ne zamandır yazmıyorum ben ya? Ve şu an yine buradayım. Işıkların karşısında güzel bir sahnede, elimde gri ve delikli bir mikrofon, önce afallayıp hatalar yaparak sesimi patlatmışım, sonra juri ikinci bir hak tanımış ve bu son şansı güzelce değerlendireceğim.
Gerçekten de okuya okuya mizah dergisi yazarlarına benzeştim. Sorun değil. Hiç sorun değil. Belki de sorun. Zorlamayın beni. Şu anda tamamen hür davranmak istiyorum. Kuşlar ve rüzgarlar gibi, diyecektim ama yok. Onlar da sınırlı. Tüm hükümetler, tüm hükümler, tüm baskılar ve yükler kalkmış gibi. Tüm kurumlar ateşe verilmiş, herkes temiz küfürlerini rüzgarlara salmış, anarşi dizboyunu kırıp geçip gökdelenler devirmiş gibi. Dünyayı aleve vermiş tüm gruplar sevinç sarhoşluğuyla kafayı bulmuş ve dünya tamamiyle yok olmuş gibi. Özgür olmak aslında büyük sorundur. Fakat konumuz bu değil. Sorun da değil sorumluluk da değil. Büyük güç büyük sorumluluk getirir diyenleri yargısız ve çifter çifter idam etmek de değil. Uçuşan kelleler esnasında gülücükler saçmak da. Kendinize gelin. Burada böyle şeyler konuşulmaz. Ayrıca kaos kötüdür. Mecburidir. Hayatın düzensizlik ve belirsizliğidir. Ama kaos kötüdür. Kontrol edilemezdir. Elinden uçuşup kaçışan şeylerdir. Kaos yeniden yapım için yıkım olarak kullanıldığında iyidir ki dünyayı kurtaracak olan iyilik ve sevginin oluşması kanlı eller olmadan pek mümkün değildir. Naruto’dur, Mob’dur, Kenshin’dir yahut başkasıdır. Güçlü olanlar yalnız güçlü olanları dinler. Onları da en son dinler, “Gücü olmasına rağmen beni hala niye yok etmedi?” derken dinler. “Şu anda bu konuşma niçin dönüyor?” derken. Ki, kötülüğün karaltısına girmiş kişileri kurtarmak da öylesine basit değildir. Fakat kendini kaybedenlerin hassas kaybediş noktalarından yeniden onları programlamak da çok yalan değildir. Evet, ne yazacaktım ben?
Cowboy Bebop‘un live-action’u sessiz sedasız çıktı. O kadar sessiz çıktı ki galiba çıkmadı. Ya da keşke çıkmasaydı. Dayanamadım baktım tabii, o kadar sinir bozucu geldi ki. Bence bir bakın ya, bakmanız gerek, mutlaka göz atın. Sadece niye benim sinirim bozulsun ki sizin de bozulsun. Galiba Ed’i de koymamışlar. Bilemiyorum; ilk bölümü yarıda bıraktım, sonra da ileriden rastgele bir bölüm açtım onu da bıraktım. Live-action’a bir kinim yok, cidden. Ama olmamış. O kadar Yoko Kanno’nun yeniden müzik yapması, Watanabe’nin danışmanlığı falan… Boş. Animeyle kıyaslamadan izleyelim falan derseniz de yemez, bildiğiniz karikatür iş olmuş. Yersiz komik olma çabaları. Neyse ya, düzgün gömemeyecek kadar kızdım. Bakabilirsiniz.(düzenleme notu: düşünün o kadar kızmışım ki “yersiz komik” gibi bir klişeyi kullanmışım, hak etti, hakikaten hak etti, cık)
Bir başka live-action macerasını da Kenshin ile yaşadım. Hikayenin bozuk bozuk aktarımı… O ciddiyetsizlik… Hiç etmişler mangayı. Hoş ben mangadan sonra animeye de ısınamadım. Ama şu var ki -Kenshin’in sadece ilk filmini izleyerek konuşuyorum-Kaptan Sagara meselesi işlenmeliydi(spo değil, size tamamen yabancı, film için spo olabilir fakat hani okuduysanız zaten biliyor olursunuz, kısaca spo değil yani). Sagara konusundaki en önemli şey oydu. Sonra abuk abuk kötüler falan… Kurt’u çok ezik göstermeler… Kimse neden acaba dur dememiş. Tek şu yanı var ki dövüş sahneleri güzeldi. Bir tek o güzeldi. Oyuncular da benim gözümde fena değildi. Bu Cowboy Bebop için de geçerli. Sadece kuramamışlar. Oldurulabilirmiş. Geçelim.
Aslında unutmaya başlamasam iyiydi, birkaç manganın incelemesini yazacaktım. Biraz daha zaman geçerse tamamen unutacağım. Kenshin, Jackals, Heaven’s Door. Üçü de güzeldi. Bakalım, belki yazarım.
Sürekli bir şeyler yazıp siliyorum. Yazıvereyim demekle yazılmıyormuş demek, kolayca üslup belirlenemiyor. Bunlar hep iyi yazı yazacağımın kısıtlaması. Ah Se ah. Ki ne ah.
Roll, rovrıl en rovel… Bir şeyler bilmezken bir şeyler biliyor gibi yapmak çok zor. Hayatın bilinmezliğinden şikayetçi olmak ise daha kolay. Suçlu ben değilim, bu hayat çok acayip. Yine de istatistik açısından bakılınca pek çok şeyi bilmek o kadar da zor değil. Hatta insanları tahmin etmek, yönlendirmek, istediğin tarafa çekip itmek. Oynamak. Evet oynamak. İlginç şey. House MD dizisini bileniniz varsa o, bu konuya dahil edilebilir. İşin şu yanı da bu durumda öne çıkar: Bu kişiyle ne şekilde oynayabilirim(dn: yazar burada “ne diye oynayım” demek istemiş). Manipülasyonun çok üst derece olmasının bir sonucu olarak: Kişiyi kendi çıkarına göre kullanabilirsin, kişinin çıkar ve iyiliğine göre onu yönlendirebilirsin ya da iyinin de olduğunu bilmeyen bir ben gibi her şeyden sıyrılıp “ne haliniz varsa görün” diyebilirsin. Ben manipülasyondan bağımsız olarak bunu düşünüyorum(dn: manipülatif olmasak da insanların hayatına karışmamız ne ölçüde doğru ve nereye dek karışabiliriz). Çünkü genel iyi ve yararı bir insanın bilmesi çok zor. Atalım bir örnek mesela: Diyelim ki din. Varsaydık ki biz ateistiz ve karşımızda bir dine inanan bir birey var. Şimdi kendi doğrumuzu açıklamamız gereken bir durum oluşur ve karşıya dinin bir afyon ve kabullenim aracı olduğunu söyledik. Karşı ise Tanrı’nın varlığını, dinin her şeyle ne güzel ve uyumlu olduğunu söyledi. Falan. Bu kısımdan sonra karşıyı doğru olana yöneltmek, din denen bağımlılıktan kurtarmak isteğimiz tuttu. Fakat doğru olan ne? Davranış olarak doğru olan?.. Din karşıdaki kişi için bir tutunak ve yaşamını kolaylaştıran bir araç haline gelmiş ve buna göre hayatını şekillemişse dinini elinden almak büyük zararlar doğurabilir. Fakat biz de elimizdeki doğru bilgiye inanıyoruz ve gerçek olan bu şeyi herkesin bilmesini istiyoruz. Herkes gerçeklerle yaşamalıdır. Mı? Öyle mi? Hayatı yaşamanın felsefesi nedir? Zevk, mutluluk, doğrular? Peki başkasının hayatına karışma hakkımız var mı? Var olan hakkımız nereye kadar geçerli? O kişi için karar verip onun hayatını yönlendirmemiz ne kadar doğru? Fakat biraz daha içe sokulursak işler daha da çirkinleşir. Peki o karşıdaki kişi kim? Onu oluşturan doğrular ve yargılar ve fikirler ne ve de bu fikirleri nereden bulup da kendi oldu? Aslında karşımızdaki bir sürü farklı bileşenden oluşmuş başka bir şey. Peki bu bileşenler onu oluşturuyorsa biz niye bunlarla oynamayalım, değiştirmeyelim, daha iyi yapmayalım(!)? Peki insan varlığı, sahip olduğu düşüncelerden ve bunların oluşturduğu düşünsel yapısından daha büyük olabilir mi? Olmalıdır değil mi aslında, çünkü yeni fikirlerin bulunması ve gelişmesi diğer türlü durur. Ya da belki durmuyordur; belki dünyadaki bilgi sabittir ve rasyonalistlerin belirttiği gibi bizim onu anlamamızı, beynimizde doğurup düşünceler olarak çıkarmamızı istiyordur. Fakat işin karmaşık bir yanı da bilgi öğrenip evreni, doğayı ve her şeyi anladıkça onları değiştiriyor olduğumuz. Değişirse bilgimiz de bozuluma gidebilir. Ne zamandan itibareni gerçek bilgilerimizin? Sahte Anadolu profili çizen ilksel Milli Edebiyat yazarlarından mı ne bahsedilir. Hani “durumlar şöyledir böyledir” duyumlarıyla Anadolu’yu anlatan kişilerdir bunlar. Sabahattin Ali gibi kalemlerin parlak mürekkepleri işi değiştirmiştir. Gerçek Anadolu, gerçekten köylü… İkinci el bakışlarla kalırsanız yanılmak gerçekleşiyor. Şu an gibi. Şu anda dışarıda neler olup bittiğini biliyor musunuz, sosyal medyanızın verdikleri ve haber ajansları ne kadar gerçek, siz ne kadarının ufak sınırları içinde boğuluyorsunuz, yurt dışı gerçekten nasıl bir yer, peki yurt dışında yaşayan arkadaşınız kendi sosyal medyası ile öğrendiği kendi memleketini size anlatıyorsa, hangi bilgi ne kadar gerçek ve ne kadar yeni, ne kadar dönüşmüş ve bozulmuş? Sizinle ve tüm dünyayla oynamak ne kadar kolay. Bunun için çarpraz okumalar ve başka kaynak arayışlarına girişilebilir. -ebilir. İşe yarar mı? Sizin bunu yapacağınızı kimse bilmiyor mu? Oyunu kuranlar sizden aşağı zekada olmayacaktır. Ya öyleyseler? O zaman çok şanslısınız, komploların yanlış olduğunu ispatlar bir şeyler buldunuz. Bu kadar kişi yanılıyor olamaz da hem değil mi? Tabiikisi yanılmıyorlardır, kaynakları neresi demiştiniz? Birinci elden tek kişi mi varmış, sadece o mu görmüş bunu? Bir kişi bir kişidir. Neden doğru olmasındır? Bilgi bozuk. Bilmek bozuk. Komplolar imkansız değil. Hayatın gerçekliği şüphe içinde. Ve “paronayak” teşhisli o tatlı insanlar bunlara sadece fazla takılıyor. Yoksa her şey bir an düşünüp “Yok be!” deyip geçmelik. Stresinize dikkat edin. Stres paranoyayı tetikler. Mantıklı akıllar da feci paronayak olabilir. Çünkü paronaya yersiz kuruntulardan ileri gidebilecek kadardır. İşin sırrı şu ki: Kimse o kadar akıllı değil a dostlar. Herkes birbirinden aptal ve insan. Hayat kimsenin planlarının kusursuz gitmesine müsaade etmiyor. Ve tüm anime, manga, film, dizi, kitaplarla gördüğünüz o muhteşem ve kusursuz “ideal ortam”lar da elbet mümkün olmuyor. Bunu tek başaran Zodiac katili galiba(dn: burada tabii ki abarttım, elbette çok iyi işleyen planlar ve komplolar da oluyor. ama bunlar “aman aman, kimsenin bilmediği şeyler” değil). Ama o da kısıtlı insan sayısı etkili olaylardan. Eğer bir komplo içinde bir kişiden fazlasının eli varsa iş yaştır. Komplo rahatlıkla patlayabilir. Yüksek nüfusları içeren komplolar ise (reptilian uzaylılar içimizde bro, aman dikkat) “com’on please” düzeyinde kalır.
Yine de hiçbir şeye imkansız demeyelim HAHAH.
(change the topic(çevittir konuyu))
Çizgi Romanı Anlamak kitabına bakabilirsiniz. Gerçekten de manga dünyası diğer ekollere göre ilginç ve farklı kalıyor(-muş diyelim, giderek değişti, değişiyor). Kitabın anlattıklarını göz önüne alarak okursanız mangakaların dahiliklerini ve anlatımlarındaki güçlülüklerini daha iyi görebilirsiniz. Ben hala deli gibi Keiichi Koike‘yi seviyorum. Hem Astroid hem de Heaven’s Door‘daki Uçakta(sanırım) hikayesinde(ve daha bir çok eserinde de) uçuk kaçık çizgiler, paneller kurmuş. Panel kurmak, baloncuk dizilimi sağlamak, duygu ifade etmek… Epey uğraş isteyen şeyler hep. Uğraş ve beceri. Anlayış. Pek çok şeyi anlamak için bir eğitim almıyoruz. Düpedüz gerçekleştirdiğim ve algıma kattığım pek çok içerikte, içeriği yeterince alamadığımı hissediyorum. Anlamak vardır, anlaşılır fakat içeride yatan (derin/ek) anlamlar vardır. Bu biraz daha derinlere inmeye bakıyor. Eleştirme çabasına girmek, bu gözle tekrar bakmak gerekiyor belki. Kurmacayı anlama, kuruluşu görme, ana fikre etkilerini çakma… Mevzular. Bunu çok kez belirtmiştim. Fakat bahsettiğim kolay bir iş değil ve epey emek istiyor. Her şeyin üzerinde durabilecek kadar gücümüz olmuyor. Ve manga okurken de bazen sadece nefeslenmek istiyoruz. Yeter artık. Burada da bir şeylerle uğraşmak istemiyorum. “Hayattan kaçmak” deyip de kötülemek veya yabana atmak da istemem. Hayattan kaçışlar hayata dönüşe sebebiyet verir ve onlar da bir şekilde hayatın parçalarıdır. En uç ve absürd alanlar bile mecbur hayatı tüketir. Hayal edilenin ötesine geçmek. Hayal edilenin ötesi yoktur. İnsan sınırlıdır dostum. Fakat elimizdeki materyal çok fazla. Dert etmeye gerek yok. 8 tanecik notayla ne yapabilirim ki aa, tribine girmek gibi bu. Hoş, size diyorum da bu tripler hep benim kendi kendime şeylerim. Neyse. Azıcık kendime geldim. Şimdi güzel bir şeyler bakalım.
Konuyu size getireyim. Ya da yine bendeyiz. Baştaki anarşik girişi hatırlıyor musunuz hala, yazıları yazmam epey sürüyor ben unuttum çünkü şu an jdhghjdkgd. Anarşi ve dizginlerin kalkması meselesi gerçekten aklımı meşgul eden şeylerden biriydi. -di, “-di” mi, hala öyle. Herkes her istediğini yapsın bence aslında. Kim kafasına ne esiyorsa, canı ne istiyorsa… Neden yapılmasın ki, sonuçta insanlar için en iyi olan şey istedikleridir. Hahah, tabii ne istediklerini ve niye istediklerini biliyorlarsa. Neyse, bunu deşelersek her şeyden soğumaya dek gideriz. Mutlu olmayı niye ister ki insan, ben bunu sormuştum birine. Çok eğlenceliydi. Hayat, dedim, niye yaşanır? Ne istiyoruz biz yaşamdan? Karşıdaki ise anlık bir refleks usulü gibi “Saygı, para, mutluluk…” gibi şeyler demişti. Hm. Saygı nedir? Güç müdür, gücü mü isteriz? Güçle ne yaparız? Mutluluk ve zevk mi sağlamaya çalışırız? Güçlü olanlar ne yapıyor? Ya da para, sanki o da bir güç değil mi? Ucu nereye çıkar; zevk, mutluluk? Ve evet, mutluluk… Mutluluğun ucu normalde bir yere çıkmaz, herkesin istediği ve alması gereken mutluluk olmasın sakın? Olmasın çünkü, tehlikeli değil mi bu? O zaman işte herkes her istediğini yapsın, çünkü istek beklentidir, beklentinin sonucu beklenildiği gibi ise mutluluk doğurur. Doğurmaz mı yoksa? Mutlu olacağımızı bildiğimiz şeyleri mi yaparız, mutlu olacağımıza inandığımız şeyleri mi? Çünkü inançlar tutmaz tutmaz, olabilir şey yani. Peki ya, mutluluk yanlış bir uçsa? Mutluluğu niye isteriz? Mutluluğu istememiz düşünmeyi bırakmak için olabilir mi? Çünkü mutluluğa kaptırılan anlar düşünmeyi gevşettiğimiz anlardır. Düşünmek dert ve tasa işleridir hep. Ah tabii dert ve tasayı da biz kendi kafamızda yaratırız falan mevzubahis. Peki niye yaratırız? Neden hayal kırıklığını göze alıp bir beklenti ve hayale dahil oluruz? Mutlu olacağımız yeni bir şeyler bulmuş olmak içindir belki.
Bilmiyorum.
Bilmiyorum. (dn: hep bir olasılık, hep bir “belki”. Gerçekten de böyle ama)
Yazarken düşünmek güzel ama. Seviyorum bunu. Bakın ben de neler neler öğreniyorum. Ya da zaten biliyordum, sadece kıyıda kenardaydılar ‘-^
Heer neyse. Zaten keyfi bir bulanıklık yarattım, fazlasıyla paslanmışım. Bunlar heep teori. Fazla takılmayın, Marx haklı, şuna benzer bir şey diyordu: Filozoflar bırbır eder dururlar, mesele iş yapmakta. Yani, güzelce takılıp yaşamak lazım. Sadece ara ara böyle şeyleri düşünüp bir hayatınızı yoklayın ki belki daha keyifli yeni bir şeyler bulursunuz. Belki dert etmezsiniz bazı şeyleri. Belki de sürüklenir gidersiniz jdhgdjkgd. Yok yok, bir şey olmaz, kafanın açılması iyidir.
Sevin, sevilin, dünya kimseye kalmayacak. Mutluluğunuzun her biri yanınıza kardır. (tabiiii, yerseniz, hahahhah, adios)(dn: ya bu arada ne çok öğüt falan vermişim, hiçbir yazdığım akıl veya yatırım tavsiyesi değildir ‘))
(Bilgece demiştin di mi sen, sonunda bilgece konuştum işte :p)(parantez yok, parantez yok, para–)
see u space cowboy(bebop’un müzikleri gerçekten feci güzeldir, şiddetsiz ve uysalca tavsiye edilir)
Kamil
Blogun ana kaynağı: https://manga-tr.com/blogu-75323.html